Çocukluğumuz Yerli Malları Haftası

ÇOCUKLUĞUMUN YERLİ MALLARI HAFTASI

 

Daha ilkokula yeni başlamıştım, yıl bin dokuz yüz altmış bir; şimdiki Atatürk İlkokulu’nun sağ tarafında, Gülnar TEK binasının olduğu yerdeki barakalardayız. İki tane çok büyük baraka ve dört sınıfı barındırmakta. Sınıfımızın ortasında büyükçe bir odun sobası, gürül gürül yanar. Biz evden gelince sobanın çevresinde birer daire oluşturup ellerimizi ve ayaklarımızı bir güzel ısıtırdık. Sobanın üzerinde bazen evden getirdiğimiz ekmeği, böreği de ısıtıp yiyoruz; erken geldiğimiz için bizimle birlikte erken gelen arkadaşlarla da paylaşıyoruz.

Cumhuriyet Bayramı ve On Kasım törenlerinin ardından öğretmenim bir gün “Yerli Malı Haftası geliyor çocuklar” dedi. Çok merak ettim, acaba bu nedir, diye. Öğretmenim bir güzel anlattı, tabii birinci sınıfız; anlayacağımız şekilde:

  • Çocuklar 12-18 Aralık günleri arası Yerli Malı Haftası’dır dedi. Biz Çarşamba günü kutlayacağız, diğer sınıflar da belirledikleri günlerde kutlayacak, misafirlerimiz de olacak ona göre, dedi.

Ben çok merak ettim. Hemen benden bir yıl önce okula başlayan ağabeyime sordum, bu ne diye; o sevincinden havalarda uçuyor, bana bir güzel anlattı. Demek ki o, bu günü geçen yıldan hiç unutmamış. Hemen birlikte çalışmalara koyulduk. O benden büyük olduğu için bana rehberlik ediyordu. Okuduğu halde sınıfta kalmıştı nedense. Hemen evdeki annemin asbap sandığından bozma sarı üzüm sandığından kağıt keselere bir kiloya yakın sarı üzüm koyduk. Ama üzümümüz de bal gibi. Anneme ineğimize, koyunumuza bakalım bahanesi ile ağabeyimle ahırdan samanlığa geçip o samanın içinde gömülü armudumuzdan, hevenkte asılı üzümümüzden, ayvamızın en sağlamlarından başka bir kese kağıda doldurduk; en güzel kargı sepete koyduk. O zamanlarda naylon poşet yoktu. İpten file, sularımız testide veya kabakta, bardağımız da kefkiden (su kabağının saplısı). Kargı ya da söğüt dalından yapılmış sepetimiz olurdu. Babamızın arka cebinde mutlaka bir file bulunurdu. Öyle sokaklar atık poşetle, pet şişe ile dolu değildi. Karton kutu vb. bulunmazdı. Defterlerimizi, kitaplarımızı bile çimento torbasından edindiğimiz kağıtlarla kaplardık. Bu hazırlıkları biraz da annemizden gizli yapıyorduk tabi… Çünkü annemiz cahil, ne bilsin yerli malını, diye düşünüyorduk. Ama annem okuryazardı. Bin dokuz yüz otuzlu yıllarda biraz okumuş, yetim büyümüş. Babası, amcası ve dedesi Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarına katılmış; dedesi bir daha dönmemiş, babası savaştan gelir gelmez ölmüş bir yetim. On dört on beş yaşlarında evlenmiş. Yetim büyüdüğü için çok tutumlu, tabii kırklı yıllarda kıtlığı da yaşamış. Biz onun için annem bunlara izin vermez diye düşünmüştük ama yanılmışız; annem hemen bizim kıvşıltının (gizli iş) farkına vardı. Bizim sepeti gördü, bir de arada bir hayvanlara bakacağız bahanesi ile ahıra inmeler… Bizim amacımız samanlıktan meyve almak…

Annem hemen sordu: “Hayırdır çocuklar bunlar ne?”. Ağabeyim işi daha iyi bilince hemen anlattı:

  • Anne sen bilmezsin, Çarşamba günü Yerli Malı Haftası var, öğretmen bize görev verdi, şunları şunları getirin, dedi.

Annem çok az okula gitmişti ama bizim bütün kitaplarımızı okurdu. Biz daha o yıllarda okulda (Bin dokuz yüz altmış bir) dergi alırdık. Her hafta bir dergi alırdık, önce annem okurdu rahmetli. Hemen, “Tamam çocuklar, biliyorum.” dedi. Nereden biliyorsun anne, dedim hayretle! “Dergide yazıyor yavrum.” dedi. O kadar sevindim ki; kendi kendime, okumak demek ki o kadar güzel, dedim. O günden sonra daha çok çalıştım. Zaten hiç unutmam, ocak ayının ilk haftası cümleden-kelimeden okumayı öğrendim ve sınıfın en hızlı okuyan öğrencilerinden birisi oldum. Ezberim de çok güçlüydü. Aşağı yukarı her bayram, her tören mutlaka şiir okurdum. Her hafta bir yeni dergi alınca ilgimizi çekiyor ve daha ilgili okuyorduk.

Annemle artık birlikte Yerli Malı hazırlamaya başladık. Hemen bir “mekik tatlısı” hazırladı, bir “kömme” yaptı bazlama yaptığı sacın altında. Artık gün geldi çattı, okula ağabeyimle sepeti aldık yürüdük. Benden büyük olduğu için genellikle o taşıdı; ben zaten sınıfın en çelimsizi, küçüğüydüm. Hiç unutmam; birinci sınıfta on altı, üçüncü sınıfta yirmi dört, dördüncü sınıfta otuz iki kiloydum. Kolay kolay kilo almıyorduk; çünkü yediklerimiz gibi oyunlarımız da yerliydi. Oynarken yediğimizi yakıyorduk: çelik çomak, birdirbir, bezirganbaşı, elden turfa… Şimdiki gibi üç beş kişi okulun bahçesinde futbol oynayıp koca bahçeyi işgal etmiyordu. Bahçenin her köşesinde gruplar sabahtan planladıkları oyunları oynardı. Neyse okulumuza sepetimizle gittik. Öğretmenimiz hizmetlileri de çağırmış: Kıbrıslı lakaplı olan Mehmet Amca, Ahmet Amca ve Recep Amcam. Beni çok severlerdi; Recep amca benim akrabamdı. Allah hepsine rahmet eylesin, beni hep güreştirirlerdi. İyi güreşirdim, en son kolum kırıldı…

Biz küçük olduğumuz için hizmetlilerimiz (o zaman “hademe” derlerdi) sıralarımızı “U” düzeni yaptılar. Öğretmen masası da okul müdürü ve davetli öğretmenlerimiz vb. kişilere ayrıldı. Hizmetlilerimiz de hemen onların yakınındaki sıraya oturdular. Bizim ilçemiz Gülnar olduğu için bizde daha çok nohut, buğday kavurgası, tarhana, patlamış mısır çoğunluktaydı. Ama annemin yaptığı kömmeyi ve mekik tatlısını herkes çok beğendi. Daha sonraki günlerde o tatlıyı annem yaptı, ben okulda sattım. Hatta bir gün bir arkadaşım vardı komşumuz Alaaddin diye, bana anlattı “Annen benimle bizim eve tatlı gönderdi, o kadar güzeldi ki; gizlice yolda hepsini yedim, sonra tabağı size getirdim.” dedi. Allah rahmet eylesin, Mersinli Ahmet’in yetiştirdiği Milli bir güreşçi olmuştu, otuzlu yaşlarda öldü.

Benim asıl merakım: Daha çok Aydıncık’tan, Çağlayık’tan, Delikkaya’dan, Korucuk’tan, Koçaşlı’dan arkadaşlarım neler getirecekler. Oralar da Gülnar’ın ama oralar sahil, rakım düşük; bizim zor bulduğumuz meyveler, sebzeler var onlarda… Hıyar, domates, muz, keçiboynuzu, murt vb. Bazen okula gelirken getirirler, ben de imrenerek bakardım. Tabii bazen bana da verirlerdi. Şimdi Yerli Malı Haftası’nda öğretmenim beni bu arkadaşların masasına oturtsa diye Allah’a yalvardım. Dediğim de oldu. Öğretmenim Ali Pınar, Allah rahmet eylesin, doksanlı yaşlarda öldü ama o yaşta bile sülalece bizleri tanırdı. Hemen bizleri karma oturttu, sahil çocukları ile bir karma yaptı; çünkü herkes getirdiğini arkadaşları ile paylaşacaktı, paylaşmayı öğrenecekti.

Arkadaşlarım benim tatlıya, kömmeye bayıldı. Külde pişirdiğimiz nohut kavurgasına da illaki, doğal; nohudumuz zaten dünyaca meşhur. Buğdayımız gübresiz ilaçsız, mahallede biri ekmek yapsa her tarafa kokar. Hatta çarşıda fırında yapılan ekmek okula kokardı; çünkü her şey doğaldı. Tatlının içinde, annemin elleriyle yerli sığırımızın sütünden yaptığı yoğurttan elde ettiği tereyağı mis gibi kokardı. Tereyağını annem su kabağına koyardı. Eşim de hala salçayı çömleğe veya kabağa koyar, tereyağını da yine çömleğe veya kabağa koyar. Plastikten mümkün oldukça kaçar. Kanserojen, der.

Yerli Malı Haftamızı kutlarken öğretmenimiz her birimizin başına birer taç ve üzerine birer meyve resmi yapardı. O zamanlarda değil bilgisayar, fotokopi de yoktu, hepsini öğretmenimiz elleriyle yapardı. O dönemlerde zaten her ilkokul öğretmeninin yazısı, resmi ve hatta müziği mükemmel olurdu. Zaten ilkokulun en başarılı öğrencileri ya öğretmen ya sağlık memuru, ziraatçı ya da astsubay olurlardı. Sonra kazanamayanın birçoğu bunlara amir olurdu. Hiç olmazsa bunların önü sınavla açılsa sağlık memuru, doktor vb. olsa iyiydi ama nedense olmadı. Aileler de kısa yoldan ekmek derler, kaderlerine razı olurlardı. Daha sonraki yıllarda da Yerli Malı Haftası’nı dört gözle bekler olduk. Çünkü paylaşıyorduk, alamadığımız meyveleri arkadaşlarımızla yiyorduk, paylaştıkça birbirimizi seviyorduk. Birlikte atalarımızdan bize kalan oyunlarımızı oynuyorduk. Bütün enerjimizi okulda harcıyorduk, evimize ne öğretmenimizden ne arkadaşlarımızdan bir tek şikayet götürmüyorduk; biz bize oluyorduk. Ve o zamanki dostluklarımız hala devam etmekte, ne ben arkadaşlarımı ne de onlar beni unuttu. Bizler doğal ve yerli beslendik, hala da o alışkanlığı devam ettirmeye çalışıyoruz, yerli ürün alıyoruz, yerli malı kullanıyoruz. Atalarımızın da söylediği gibi “Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı.”,” Sakla samanı gelir zamanı.”. Hele hele şu sözü hiç unutmam: “Kaç kuruş kazanırsan kazan, tasarruf et.”. Bütün bilgilerin yanında öğrenciliğimde bunları da öğrendim; öğretmeye de devam ediyorum.

“Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı.” bu söz bin dokuz yüz altmışlardan beri bizim kuşağın kulaklarında çınlar.

Ali Yılmaz UÇTU